top of page

ABD Nasıl Küresel Güç Haline Geldi?

Amerika Birleşik Devletleri (ABD), 1776’da kuruluşundan itibaren 250 seneye yakın bir süredir varlığını sürdürmektedir. İngiliz sömürgesi altında yaşayan 13 koloninin modern tarihte Avrupalılara gösterilmiş ilk direnişi sayesinde kurulan devlet günümüzde ekonomik, politik ve askeri anlamda en güçlü ülkesi olarak görülmektedir. ABD’nin bu noktaya gelmesinin ardında 18. yüzyılın son çeyreğinden süregelen gelişimi yer almaktadır. Bu değişimler kendi aralarında ilişkili olan bir dizi ulusal ve uluslararası politik, askeri ve ekonomik gelişmeyi kapsamaktadır. Bu yazıda kurulduğu günden bu yana ABD’nin gelişiminde rol oynayan politikalar ve ülkenin çeşitli konulardaki görüşleri ele alınmaktadır.  

Politik Gelişim

ABD’nin dünya sahnesinde yer almaya başlaması kurulması ile olmuştur. 13 koloninin bağımsız olduğu sırada Kanada Birleşik Krallık tarafından, Güney Amerika ise İspanya tarafından kontrol edilmekteydi. Aynı zamanda ABD Anayasası’nın kabulünden hemen bir sene sonra Fransız İhtilali gerçekleşmiş, Avrupa 1815’e kadar Fransa ve koalisyonlar arasındaki savaşa tanıklık etmiştir. 2 büyük devletin sınır komşusu olan ABD, ister istemez siyasi kargaşa ortamının merkezinde olmasa da bir parçası olmuştur. Bağımsızlığını ilan ettiği Birleşik Krallık’a karşı Fransa ile birlikte hareket eden ABD, kıyılarını ablukaya almış ve Birleşik Krallık gemilerinin kıyıları taciz etmesiyle 1812-1815 arasında 3 Yıl Savaşı yaşanmıştır. Askeri anlamda İngilizlerin ABD karasında ilerlemesiyle sonuçlanan savaş sonucunda Gent Anlaşması yapılarak statüko korunmuştur. 

ABD’nin bu savaşta İngilizlerin ilerleyişine karşı koyamaması ABD’nin Avrupa ile olan ilişkisini sorgulamasına sebep olmuştur. Nitekim ABD doğrudan bir çıkarı olmayan bu savaşa Birleşik Krallık ve Fransa arasındaki siyasi çekişmede bir yer edinmeye çalışırken girmiştir. 1816 yılında görevini bırakan George Washington ABD’nin Avrupa politikası hakkında şunları söylemiştir: “Yabancı milletler bakımından bizim için esas davranış ilkesi, bunlarla ticari münasebetlerimizi genişletirken kendileriyle mümkün olduğu kadar az siyasal bağlantılar kurmak olmalıdır. Avrupa’nın birtakım önemli çıkarları vardır. Bunların ya bizimle hiç ilgisi yoktur veya bizimle çok uzak ilgisi vardır.” Son olarak 1823 yılında Başkan James Monroe tarafından Monroe Doktrini olarak anılacak ABD’nin Avrupa politikası ilan edilmiştir. Bu doktrini içerdiği maddelerden birisiyle açıklamak icap ederse: “ABD’nin Avrupa devletlerinin sorunlarıyla hiçbir ilgisi yoktur ve bu sorunlara karışmayacaktır, fakat buna karşılık Avrupa ülkeleri de Amerika kıtalarının sorunlarına karışamaz. Avrupa devletlerinin kendi sistemlerini Amerikan yarım küresine sokmak için yapacakları her teşebbüsü Amerika, kendi barış ve güvenliğine yöneltilmiş bir hareket sayacaktır.” Doktrin, ABD’nin kıta içerisinde genişlemesine engel olmamıştır. ABD Louisiana’yı Fransa’dan, Florida’yı İspanya’dan, Alaska’yı Rusya’dan almıştır. 

Ekonomik Gelişim

ABD’nin ekonomik gelişimini ülkenin sanayileşmesi ve diğer ülkelerle ticareti olarak ikiye ayırmak mümkündür.

Sanayileşme

ABD 19. yüzyıl boyunca devasa bir sanayi ülkesi haline gelmiştir. Bunun temel sebepleri arasında ülkede hammadde bolluğu bulunması ve ülkede bir sürü girişimin yapılması yer almaktadır. Zamanla büyük şirketlerin ortaya çıkması, büyük demiryolu ve altyapı yatırımlarının yapılması ile beraber ülkede bir serbest piyasa, laissez-faire anlayışı doğmuştur. 1929 Buhranı’na kadar da bu anlayış hüküm sürmüştür. 1800’de 5.3 milyon olan nüfusun 1840 yılında 17 milyona çıktığı düşünülürse ülkede ciddi bir nüfus artışı da olmuştur. Çiftlik nüfusunun ülke nüfusundaki payı ise 1800-1860 arasında yüzde seksenden yüzde elliye düşmüştür. Bununla beraber yeni toprakların ülkeye katılmasıyla tarım arazileri artış göstermiştir. Afrika’dan getirilen birçok köle, ABD ekonomisinde önemli yer teşkil etmiş olsa da kölelik 1865 yılında Amerikan İç Savaşı sonrasında 13. Anayasa değişikliği ile ortadan kalkmıştır. 

Amerikan Tarihi

19. Yüzyılın İkinci Yarısında ABD

Batıya doğru genişledikten sonra Pasifik Okyanusu kıyılarına çıkan ABD, dış ticaretini okyanus aracılığıyla genişletmek istemiştir. Bu süreçte 1851 yılında deniz ulaşımında kömürle çalışan gemiler için kömür istasyonu görevi görecek Hawai Adalarını egemenliği altına almıştır. Lakin bu bölgeyi eyalet olarak kabul etmesi 20. yüzyıla kadar sürmüştür. Aynı zamanda Çin ve Japonya gibi ülkelerden de ciddi ticari imtiyazlar alınmıştır. ABD bu şekilde hem küresel çapta dominant bir ülke yolunda adım atmış hem de Asya ülkeleri üzerindeki nüfuzu elde etme konusunda Batılı ülkeler ile rekabete girerek bir nevi Monroe Doktrini ile çelişmiştir. ABD’nin doktrini tamamen terk etmesi 20. yüzyıl olarak kabul edilse de ABD’nin politik gelişiminde Pasifik Okyanusu'ndaki ilerleyişini göz ardı etmemek gereklidir. 

İspanya-ABD Savaşı 

ABD’nin yanı başında bulunan İspanyol sömürgesi Küba’nın bağımsızlık talepleri 19. yüzyılın sonlarında ABD’yi de ilgilendirmiştir. Nitekim ABD Monroe Doktrini’nde sadece kendisinin değil tüm Amerika’nın Avrupa’dan bağımsızlığını vurgulamıştır. Ayrıca Amerika Kıtası üzerindeki bağımsızlık hareketlerinin en büyüğü ABD’nin kurulmasıyla sonuçlandı. ABD bu sebeple Küba’ya hiç değilse özerklik tanınması için İspanya’ya başvursa da önerileri kabul edilmemiştir. 1875 yılında Dışişleri Bakanı Hamilton Fish, Avrupa devletlerine bu konuda başvurmuşsa da hem rağbet görmemiş hem de Amerika kıtasında yaşanan bir soruna Avrupa’yı karıştırdığı için çokça tepki de toplamıştır. Bu türdeki ufak teşebbüsler haricinde ABD’nin Küba’ya pek karıştığı söylenemez. Lakin 1895’te İspanyol otoritesine karşı tekrardan bir isyan patlak vermiş, Küba’daki Amerikan vatandaşlarının mallarına da zarar verilmesi sebebiyle İspanya ABD kamuoyunda protesto edilmiştir. Bu noktadan sonra iki ülke arasındaki gerilim 3 sene boyunca dinmemiş ve nihayet 1898 yılında savaş patlak vermiştir. Savaş; ABD’nin zaferiyle sonuçlanmış ve ABD İspanya’nın elinden Puerto Rico, Guam Adası ve Filipinler’i almıştır. Küba ise bağımsız olmuş olsa da bilindiği üzere bir süre sonra ABD’nin etkisi altında kalmıştır. 

20. Yüzyıl ve ABD’nin Egemen Güç Haline Gelmesi: 

20. yüzyıla gelindiğinde Amerika Birleşik Devletleri, kendi kıtasında ve Uzakdoğu coğrafyasında söz sahibi bir ülke haline gelmiştir. Nitekim kurulduğundan beridir gerek Birleşik Krallık gerek İspanya ile savaşa girmekten çekinmemiştir. Ayrıca ülkenin gayri safi yurt içi hasılası dünyada birinci sıraya yükselmiştir.  

1. Dünya Savaşı ve Doların Küresel Çapta İtibar Kazanması: 

1. Dünya Savaşı sırasında ABD dış ticaretine devam etmiş ve 1914-17 arasında olan çatışmalardan coğrafi konumu sebebiyle pek etkilenmemiştir. Ancak Alman denizaltılarının ABD ticaret gemilerine yaptığı saldırılar kamuoyunu kışkırtmış ve ABD 1917’de savaşa girerek savaşın bitmesini sağlamıştır. Savaşın en büyük sonucu ise Avrupa’nın tamamında yaşanan ekonomik çöküşe rağmen ABD’nin anakarasını güvende tutabilmesi ve savaşa sonlara doğru girmesi onu bu çöküşten kurtarmıştır diyebiliriz. Savaşın bir diğer etkisi ise altın standardının birçok ülke tarafından terk edilmesi olmuştur. Bildiğiniz gibi altın standardı sisteminde ülkeler paralarını rezervlerinde bulunan altınlara karşılık basarlar. Bu sayede de kâğıt paraya bir anlam yüklenmiş olur. Lakin savaş sonrasında dünyadaki altın rezervlerinin %50’si ABD’de toplanmış, Avrupa’daki ülkeler ise bir yandan altınları azalırken bir yandan da savaşın masraflarını karşılamak adına fazla fazla para basmışlardır. Bu da yüksek enflasyondan başka bir şeye sebep olmamıştır. O zamana kadar altın standardını sürdürebilmiş olan süper güç Birleşik Krallık’ın parası olan sterlin, 1. Dünya Savaşı’ndan sonra itibarını yitirmiştir. İngilizler başta olmak üzere Avrupalı milletler ekonomik sıkıntılarından kurtulmak ve altın standardına dönmek adına ABD’den bolca kredi almıştır. Bunun sonucunda ABD, dünya ekonomisinde hâkim bir güç haline gelmiştir. Doların uluslararası alandaki geçerliliği artmış ve sterline bu alanda bir rakip ortaya çıkmıştır. Birleşik Krallık bile ABD sermayesini çekmek için bir tür dolar-sterlin standardı oluşturmuştur. 

1. Dünya Savaşı’nın sonunda ABD’de 5 kişi başına 1 otomobil düşerken Avrupa’da 80 kişiye bir otomobil düşmekteydi. Ülkedeki işsizlik oranı %3.7 civarlarındaydı. Ülkede birçok şirket yükselişteyken diğer devletlerden ise 20 milyar dolar alacak para bulunmaktaydı. Sonraki 10 yıl boyunca gidişat bu şekilde olmuş ve bu dönem “Kükreyen Yirmiler” olarak adlandırılmıştır. Bu süreçte bankalar şirketlere bolca kredi vermiş ve ekonomide yaşanan üretim patlaması da toplumu git gide bir tüketim toplumu haline getirmiştir. Lakin ABD’nin bu süreçte şirketlerin bankalara kredileri geri ödeme konusunda yaşayacakları sorunları ve piyasada yaşanan tekelleşmeleri görmezden gelmesi üstüne üstlük altın olarak ödenecek borçların Avrupalı devletler tarafından ödenmemesi 1929 Buhranını doğurmuştur. Bu sebeple ABD şimdiye dek uyguladığı “Laissez faire”yi terk etmiş ve zamanla Keynesyen ekolünün ekonomi anlayışına bürünmüştür. 1929 Buhranı ile ilgili yazıyı derginin ilk sayısından ulaşabilirsiniz. 

Özetlemek gerekirse ABD artık dünyanın ekonomik süper gücü olmuştur. Bunun haricinde sıkı sıkıya bağlı olduğu Monroe Doktrini ile savaşa girerek çeliştiği de söylenebilir. Yine de ABD’nin tam anlamıyla süper güç olup Monroe Doktrini’nin tamamen terk edilmesi 2. Dünya Savaşı sonrasında gerçekleşmiştir. 

2. Dünya Savaşı ve Soğuk Savaş

2. Dünya Savaşı başladığı vakit ABD tıpkı önceki savaşta olduğu gibi tarafsızlığını korumuş fakat Pasifik’te Japonya ile rekabet etmekten geri durmamıştır. Nihayet 1941’de Pearl Harbor saldırısı sonrasında ABD Japonya’ya, Almanya da ABD’ye savaş ilan etmiş ve ABD kendisini tekrardan savaşın ortasında bulmuştur. Savaşın bitiminde Müttefikler kazanmıştır. ABD önceki savaşın sonrasında Avrupa’da siyasi bir egemenlik kurmaya çalışmamıştır. Lakin 2. Dünya Savaşı, bu politikanın değişmesiyle günümüz anlayışıyla süper güç ABD’yi ortaya çıkarmıştır. Savaş sonunda Almanya ilk başta ABD’nin de dahil olduğu 4 ülke arasında paylaştırılmış, sonrasında ABD’nin kuracağı Batı bloğunun bir parçası olan Batı Almanya ve SSCB himayesindeki Doğu Almanya olarak ikiye ayrılmıştır. ABD’nin uluslararası sahnede başrol durumuna gelmesi ise 1947 yılında gerçekleşmiştir. SSCB’nin Doğu Avrupa’da egemen olması ve komünizmin Müttefik ülkelerce bir tehdit olarak algılanması sonucunda 1947’de ABD Başkanı Harry S. Truman, kendi adıyla anılan doktrini ilan etmiş ve komünizmle mücadele vurgusu yapmıştır. Truman Doktrini böylece 124 senelik (1823-1947) Monroe Doktrini’nin yerine geçmiş ve ABD dış politikası devasa bir değişim geçirmiştir. 

Truman Doktrini, Soğuk Savaş’ın başlangıcı olarak kabul edilmekte olup bu savaş ABD’nin 20. yüzyıl tarihine şekil vermiştir. ABD ilk önce Avrupa’nın ekonomik sorunlarıyla ilgilenmiştir. 1945-46 yıllarında 15 milyar dolar yardım Avrupa’nın toparlanması için harcanmış lakin bu para ithalat ve bütçe açıkları gibi uzun vadeli olmayan yerlere harcanmıştır. ABD bunun üzerine Dışişleri Bakanı George Marshall’ın Harward Üniversitesi’nde vermiş olduğu bir nutukla açıklanan “Marshall Yardımları” programını devreye sokmuştur. Bu program ile Avrupa ülkelerinin kendi aralarında yardımlaşması ve oluşan açıklarda ABD’den ekonomik yardım alınması hedeflenmiştir. Ayrıca 1949 yılında Kuzey Atlantik Antlaşması Örgütü (NATO) kurularak ekonomik iş birliğine askeri işbirliği de eklenmiştir. NATO, zamanla Batı Almanya, Türkiye, Yunanistan, İspanya ve daha birçok Avrupa ülkesini de bünyesine katarak üye sayısını 31’e yükseltmiştir. 

Soğuk Savaş sürecinde olan olaylar birçok ülkeyi ilgilendiren birçok karmaşık hadiseyi içerdiğinden bu yazıda bunlara değinilmeyecektir. Yine de ABD’nin bu süreçteki gelişimi önem taşımaktadır. 1940’lı yılların sonunda tamamen yeni bir imaja bürünen ABD, ilk sınavını 1950-53 yılları arasında Kore’de vermiştir. Savaş sonucunda iki Kore devletinin günümüze kadar aynı kalan sınırları belirlenmiştir. Yine aynı dönemlerde Kuzey Afrika ve Ortadoğu’daki Arap devletlerinde sosyalizmin yaygınlaşması ABD’yi bu ülkeleri kazanmaya itmiştir. ABD ilk başta emperyalizmle özdeşleşmiş Birleşik Krallık ve Fransa’nın aksine kendisine böyle bir imaj edinmemeye gayret ederek ılımlı bir politika izlemiştir. Bu sırada Mısır ve İsrail arasında patlak veren 1956 Savaşı’nda İngiliz ve Fransız devletleri İsrail’i desteklemiş lakin Mısır’a karşı diplomatik bir zafer kazanamamışlardır. Bu sayede ABD’nin Avrupa’ya olan üstünlüğü ispatlanmış ve İngilizler Falkland Adaları krizi haricinde ABD olmadan hiçbir askeri operasyona kalkışmamıştır. 

1959 yılında ABD’nin hemen yanında bulunan Küba’da Fidel Castro rejimi iktidara gelmiş ve rejimin zamanla SSCB ve komünizm çizgisine kaymasıyla ABD için bir tehdit oluşmuştur. Bu tehdide en güzel örnek 1962 Ekim ayında yaşanan Küba Füze Krizi olup dünya bir nükleer savaşın eşiğinden dönmüştür. Küba, dünyada komünizmin zayıflamasıyla beraber özel mülkiyetin kapsamında genişlemeye gitse de uzun yıllar Amerika kıtasında komünist bir devlet olarak ayakta durmuş ve 20. yüzyıl tarihine geçmiştir. 1957 yılında Sovyetler Birliği tarafından Sputnik uydusu uzaya fırlatılmış ve ABD bunu kendisine bir tehdit olarak algıladığı için 1958’de NASA’yı kurarak ve 1969’da Ay’a ilk insanı çıkararak ve daha birçok uzay projesiyle SSCB ile uzay yarışına girmiştir. 1955’te Kore’dekine benzer bir bölünme Vietnam’da gerçekleşmiş ve 20 sene sürecek Vietnam İç Savaşı başlamıştır. Bu savaş sonucunda ABD Vietnam’dan çekilmek zorunda kalmıştır. Vietnam Savaşı ABD kamuoyunda ve ekonomisinde yani anlayacağınız her alanda ABD’ye pahalıya mal olmuştur. Bu savaşın psikolojik anlamda yaraları ancak Ronald Reagan döneminde Stratejik Savunma Girişimi veya Yıldız Savaşları olarak bilinen proje ile sarılabilmiştir. Aynı şekilde Reagan döneminde Soğuk Savaş bariz bir yumuşama sürecine girmiştir. Bu sırada Sovyetler Birliği zamanla çözülmüş ve 1991’de tamamen dağılmıştır. Soğuk Savaş da bu şekilde bitmiştir. Soğuk Savaş sonucunda ABD, sadece ekonomisi ve ordusu güçlü bir ülke olmaktan çıkmış, dünyanın ve tarihin görmüş olduğu tek taraflı ve en kudretli süper güç ülkesi olmuştur. 

2001’den Günümüze

20. yüzyılı 50 seneye yakın süren bir komünizmle mücadele zaferiyle bitiren ABD’nin 21. yüzyılda temel politikasını terörle mücadele gündemi belirlemiştir. 11 Eylül 2001’de Kaliforniya’ya gitmesi planlanan 4 uçak, 19 hava korsanı tarafından ele geçirilmiştir. Uçaklardan ikisi Dünya Ticaret Merkezi’ndeki İkiz Kuleleri, biri ise ABD Savunma Bakanlığı’nın genel merkezi olan Pentagon’u vurarak binlerce ölüye sebebiyet vermişlerdir. Son uçak ise yolcular tarafından ele geçirilerek düşürülmüştür. ABD ise saldırının sorumlusu olarak gördüğü El Kaide ve başında bulunan Usame Bin Ladin başta olmak üzere terörle aktif mücadele sürecine girmiş ve birçok terör örgütü liderini geçtiğimiz 20 sene boyunca infaz etmiştir. Bu sırada 2001’den başlayarak Afganistan’ı ve 2003’te Irak’ı işgal etmiştir. Ayrıca ABD, Ortadoğu’da yaşanan terör sorunu ve siyasi meseleler ile de yakından ilişkilidir. 

Eleştiriler

Yeni yüzyılda ABD, önceden belirttiğimiz gibi kendisini dünyanın tek gücü olarak görmüş ve ona göre hareket etmiştir. Lakin günümüz dünyası gittikçe küreselleşen ve çok kutuplu şekil alan bir döneme girmiş olduğundan ötürü bazı kişilere göre ABD kendisini tek güç olarak görerek hata yapmaktadır. Özellikle de Çin’in ekonomik gelişimi ve G7 ülkelerinin dünya ekonomisindeki paylarının 1975’ten bu yana %80’den %35’e düştüğü düşünüldüğünde çok kutuplu dünyanın ne demek olduğunu daha iyi anlayabiliriz.

ABD ayrıca işgal ettiği Afganistan’da da uzun süre tutunamamış, Ortadoğu’da ise uzun yıllar boyunca çatışmaların içerisine girmiştir. Bunun yanı sıra ABD’nin Ukrayna Savaşı sırasındaki politikası da sıklıkla tartışma konusu olmaktadır. Genel olarak incelediğimizde ise ABD hâlâ süper güç olmanın gereksinimlerini karşılıyorsa da yıllardır devam eden “tek kutuplu süper güç” anlayışı ilerleyen yıllarda geçerliliğini yitirecek gibi durmaktadır.

Sonuç

Amerika Birleşik Devletleri, yeni dünyanın ilk bağımsız ve modern dünyanın ise ilk ve en etkili süper güç ülkesidir. 250 seneye yakın tarihinde dönemin de şartlarıyla birlikte sürekli değişen ve gelişen, modern çağın unsurları olan sanayinin, demokrasinin, ticaretin merkezi haline gelen devlet coğrafi konumunun da verdiği avantaj ile uzun süren savaşlarla zayıflayan Avrupa güçlerinin bir alternatifi olmuştur. Nihayet 2. Dünya Savaşı bittiğinde o ana kadar kendini her anlamda geliştirmiş olan bu devlet, dünya sahnesinin ana aktörü haline gelmiş ve uluslararası alandaki sessizliğini bozmuştur. Günümüzde ise bir süper güç olmanın avantajlarını yaşadığı kadar bunun yüküyle de uğraşmaktadır. 

Kaynakça: 

"1929 Büyük Buhranı". ECONOMICAL, Aralık 2023, s.12-13.

Armaoğlu, Fahir. 20. Yüzyıl Siyasi Tarihi. İstanbul: Kronik Yayınları, 2019.

Armaoğlu, Fahir. 19. Yüzyıl Siyasi Tarihi. Ankara: Türk Tarih Kurumu Yayınları, 1997.

Tokgöz, E. "Birinci Dünya Savaşı Sonrasında Dünya Ekonomisinde Değişen Dengeler". Ufuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 7(13), 2018, s.7-28.

TRT Haber. "ABD'nin Süper Güç Olma Çağı Bitiyor mu?" https://www.trthaber.com/haber/dunya/abdnin-super-guc-olma-cagi-bitiyor-mu-645905.html

Comments


Her gün ve ay yeni yayınlarımızdan haberdar olabilirsiniz

Gönderdiğiniz için teşekkürler!

©2022, Cağaloğlu İktisat Kulübü tarafından Wix.com ile kurulmuştur.

bottom of page